"Hız iblisi"ne teslim olanlar ve sakatlar






Yavaşlık adlı romanında Milan Kundera, çağımızın "hız iblisi"ne teslim olduğunu söyler... Sahiden de, gündelik yaşamımıza baktığımızda, büyük çoğunluğumuz bu savın ispatı gibiyizdir. Hep bir yerlere yetişmek, bir şeyleri "tam zamanında" halletmek, başarmak, doğru zamanda doğru yerde olmak, "hedef"e kilitlenmek, önümüze çıkan "teferruatları" ezip geçmek, "önemli" şeyler uğruna "önemsiz" şeyleri feda etmek, yanından geçtiğimiz kişilere/şeylere bakmadan/oyalanmadan devam etmek; bunları yaparken de –olabildiğince- kusursuz olmak, güzel olmak, dik durmak, aslan gibi-dağ gibi-jilet gibi-taş gibi olmak, ağlamamak, hastalanmamak, güçsüz görünmemek, "erkek gibi" olmak, "imajı çizdirmemek" zorundayızdır. Hep bir koşturmaca, yarış söz konusudur; ve her koşu bir sonraki yarışın seçmeleri gibidir.
Ama bu kadar da değil. "Hız iblisi" bundan kötüsünü de dayatıyor... Bir yandan sürekli koştururken, diğer yandan, aslında öyle "kusursuz" ve "güçlü" olamasak da, dışarıya karşı sürekli "hazır", sürekli "iyi", sürekli "güçlü" görünmek ve o maskeyi taşımak zorunda da bırakıyor bizi bu "iblis". Yani bir yandan kendine yabancılaşma, sınırlarını sürekli zorlama, kendini, herkesi ve her şeyi sürekli tüketme dayatması var; diğer yandan da bir sahtecilik, bir sahicilik sorunu.
Bir başka deyişle, postmodern dönemin kahramanı "iblis", dayattığı "mışlı hayatlar"ın kırılganlığı, sürekli-serap halinin çakırkeyfliği ve -ayılır gibi olunduğunda fark edilen- kalabalık içindeki yalnızlığın ürkütücülüğü ile, yaşamlarımızı bir yandan elimizden alıp terörize ediyor, bir yandan da sanallaştırıyor!

Neredeyse hepimiz "moda ilahlarının", "yaşam direktörlerinin", "toplum mühendislerinin", "mahallelinin" olmamızı istediği gibi olmaya, "öyle" olabildiğimiz sürece kendimizi başarılı ve mutlu saymaya, "öyle" olamadığımız veya bir sebeple azıcık tökezlediğimizde ise tepetaklak olmaya "yaşam" der olduk.
Başarılı, sağlıklı, güzel, şık, popüler olmayı "hayatın ritmi"; buna karşın herhangi bir konuda başarısız olmayı, yenilmeyi, hastalanmayı, sakatlanmayı veya bir sebeple o "lifestyle" kurgunun dışında kalmayı ise "hayat ritminin bozulması" olarak adlandırıyoruz.

Hülasa, "hız iblisi"nin peşi sıra sürekli bir kusursuzluk, başarı ve imaj peşinde koşturup, aslında olmadığımız ve belki de olmak istemediğimiz biri gibi olmaya, kendimizi ambalajlamaya çalışıyor ve bunun adına da "yaşam" diyoruz.

***
Başlıktaki "sakatlar"a gelecek olursam... Sakatların, yukarıda ifade etmeye çalıştığım yaşam biçiminin tam karşısında -ve onun yıkıcılığını deşifre edecek şekilde- çırılçıplak bir gerçeklik gibi durduğunu düşünüyorum. Görmenin, duymanın, konuşmanın, zekânın, anlamanın, yürümenin, koşmanın, hızın, güzelin, farklı olmanın, gücün, sağlığın, yarışın, başarının, çalışmanın, dayanışmanın, sevginin, vicdanın ve benzeri daha nice kavramın, sakatların yaşam deneyimlerinde bambaşka (ve gerçek) anlamlarla varolduğunu düşünüyorum.

Sakatların yaşam deneyimlerinin ve bedenlerinin -"hız iblisi" ve "lifestyle" kurgulara inat- gizlemeye karşı gösterme, konuşmaya karşı dinleme, almaya karşı verme, koşmaya karşı yavaşlama, geçip gitmeye karşı duraklama, unutmaya karşı hatırlama, çalışmaya karşı dinlenme, yarışa karşı oynama, kazanmaya karşı keyif alma ve benzeri önermelerle, herkese, kendisiyle ve yaşam alanındakilerle barışmak için davet sunduğunu düşünüyorum. "Göründüğün gibi olma"ya karşı, "olduğun gibi görünme"ye davet; sahnelenen oyunda bir an durmaya, tüm ezberleri unutmaya ve sahneden inmeye davet; bedeninle kavga etmeden aynaya bakabilmeye davet; akşam kendinle baş başa kaldığında, yaşadığın günü ve insanları gönül rahatlığıyla düşünebilmeye davet; dayatılan hayatı tüm "normal"leriyle birlikte sorgulamaya ve onun anlamsızlığını deşifre etmeye davet

BÜLENT KÜÇÜKASLAN